… erken gelen akşamüstlerinden, arka mahallelerin sokak lambaları altında ellerinde bir torba evlerinde dönen babalardan bahsediyorum. İkide bir çıkan bir iktisadi buhrandan sonra dükkanında soğuktan tir tir titreyerek bütün gün bir müşteri bekleyen yaşlı kitapçılardan, buhrandan sonra milletin daha az traş olduğundan şikayet eden berberlerden, boş iskelelere bağlanmış eski Boğaz vapurlarını, elinde kova, yıkarken bir gözüyle de uzaktaki siyah beyaz televizyonu seyreden ve az sonra gemide uykuya dalacak gemicilerden, parke kaplı dar yollarda, arabalar arasında futbol oynayan çocuklardan, ücra otobüs duraklarında hiç konuşmadan hiç gelmeyen bir otobüsü bekleyen başörtülü, eli plastik torbalı kadınlardan, eski yalıların boş kayıkhanelerinden, ağzına kadar işsizlerle dolu çayhanelerden, kış akşamları alelacele vapura yetişen kalabalıklardan, akşamları eve bir türlü dönmeyen kocalarını beklerken perdeleri aralayıp sokağa bir bakış atan kadınlardan, cami avlularında tespihler, hacı yağları satan takkeli ihtiyarlardan, boş parkların kırık tahterevallilerinden, siste vapur düdüklerinden, ta Bizans'tan kalma yıkıntı halindeki şehir sularından, akşamüstleri boşalan pazaryerlerinden, harabeye dönmüş eski tekke binalarından, yüzleri kir, pas, is ve tozla renksizleşmiş onbinlerce apartmandan, midyeler ve yosunlarla kaplı paslı dubaların üzerinde, yağmur altında hiç kıpırdamadan duran martılardan, Galata Köprü'sünde balık tutan kalabalıklarından, soğuk kütüphane salonlarından, sokak fotoğrafçılarından, güneş battıktan sonra tek bir kadın göremeyeceğin caddelerden, lodoslu, yarı sıcak yarı rüzgarlı günlerde belediye denetimindeki kerhanelerin kapılarında biriken kalabalıklardan, bayram günleri minareler arasına gerilen mahyaların sönük lambalarından, orası burası yırtılmış, karalanmış duvar afişlerinden, bir Batı şehrinde olsa müzeye kaldırılacakken şehrin kirli sokaklarında, dik yokuşlarında dolmuş olarak oflaya puflaya inleyen 1950'lerden kalma Amerikan arabalarından, otobüsleri tıkış tıkış dolduran kalabalıklardan, şehrin içinde bir ikinci alem gibi yaşayan mezarlıklardan ve servi ağaçlarından, Kadıköy-Karaköy arasında çalışan vapurların içinde akşamları yanan solgun lambalardan, sokaklarda her önüne gelene mendil satmaya çalışan küçük çocuklardan, hiç kimsenin bakmadığı saat kulelerinden, kırk yıldır aynı yerde İstanbul kartpostalları satan adamdan, kalabalık caddelerde, vapurlarda, pasajlarda, geçitlerde birden burnunuza gelen yoğun hela kokusundan, Üsküdar'daki pencereleri kızılımsı bir turuncu renge boyayan günbatımlarından, denize açılan balıkçılardan başka herkesin uyuduğu sabahın o en erken saatlerinden, Gülhane Parkı'ndaki hayvanat bahçesi bile denemeyecek o yerdeki kafeslerin içindeki iki keçiyle, canı sıkılan üç kediden, hiç kimsenin altı yılda yes ve no demekten başka birşey öğrenemediği, bitip tükenmez İngilizce derslerinde canları sıkılan öğrencilerden, Galata rıhtımında bekleyen göçmenlerden, kış akşamları dağılan, toplanan pazar yerlerinden geriye kalan sebze meyve, çöp, kağıt, plastik torba, çuval, kutu, sandık artıklarından, pazar yerlerinde utanarak pazarlık yapan başörtülü kadınlardan, Galata Köprüsü'nden Eyüp'e doğru bakıldığında Haliç'in görünümünden, rıhtımda müşteri beklerken manzaraya dalıp giden simitçilerden, çocukluğumda orta sınıf ailelerin, doktorların, avukatların, öğretmenlerin karıları ve çocuklarıyla akşam radyo dinlediği yan sokaklardaki apartman dairelerinde şimdi tıkış tıkış sıkıştırılmış overlok ve düğme makinelerinde bir siparişi yetiştirmek için sabahlara kadar şehrin en düşük ücretiyle çalışan genç kızlardan, herşeyin kırık dökük, eskimiş olmasından, sonbahar yaklaşırken Balkanlar'dan, Doğu ve Kuzey Avrupa'dan gelip güneye giderken Boğaz'ın, adaların üzerinden geçen leylekleri bütün şehrin seyretmesinden ve çocukluğumda her biri ağır bir yenilgiyle sonuçlanan milli maçlardan sonra sigara içe içe evlerine dönen erkek kalabalıklardan söz ediyorum...

Orhan Pamuk - Istanbul